YAZILAR | BLOG

'resmigeçit' mi, 'resmi:geçit' mi;
nasıl yazılır / okunur?

Nisan Kumru

Arapçadan dilimize giren ‘resm’ (رسم) kelimesini biz söyleyişte zorluk olduğu için “resim” olarak yazarız. Bu yüzden ünlü ile başlayan ek aldıklarında bu ses (i) düşer. “Resime bakmak” değil, “resme bakmak” deriz. (Tıpkı “sabır etmek” yerine “sabretmek” dediğimiz gibi) DEVAMI ˅

Geçit töreni anlamındaki resmigeçit tamlaması, “resmî geçit (resmi:geçit)" olarak (nispet i’si ile) hatalı yazılıp söylenebiliyor

YANLIŞ DOĞRU (i’ler kısa)
resmî geçit resmigeçit (res/migeçit)
resmî kabul resmikabul
(res/mikabul)
resmî gümrük resmi gümrük
(res/mi gümrük)
resime, -me resme, -sme
resim etmek resmetmek

‘Resim’ sözcüğü, Arapça ‘resm’ (رسم) mastarına dayanmakta. Gösteri, tören merasim, vergi türü, damga, devlete ait, işaret, simge gibi anlamlara gelmektedir. (Fiil olarak “raseme” (رسم), ayağını yere bastı, iz bıraktı, damga bastı, resim yaptı, işaret etti gibi anlamlara gelmekte.)

Arapçadan dilimize giren ‘resm’ (رسم) kelimesini biz söyleyişte zorluk olduğu için “resim” olarak yazarız. Bu yüzden ünlü ile başlayan ek aldıklarında bu ses (i) düşer. “Resime bakmak” değil, “resme bakmak” deriz. (Tıpkı “sabır etmek” yerine “sabretmek” dediğimiz gibi)

‘Resmî’ sıfat iken; “resm” isimdir.

“Resm-i geçit” şeklinde (içinde Arapça Türkçe kelimeler olsa da Farsça kuralına uygun tamlama yapılmıştır Osmanlıca tamlama diyebiliriz) bir askerî protokol terimi olarak kullanılmaktadır. (Geçit resmi, tören geçidi şeklide kullanıldığı da olur.)

‘resmigeçit’, ‘resmî geçit’ (resmiigeçit) olarak telaffuz etmemek gerekiyor.

Kısa i ile okunması gereken (eskiden kullanılan bir terim olan) resmikabul, resm-i kadim (resmi kadim) tamlamaları da bu kabildendir.

‘Resim’ aynı zamanda vergi türünden (harç gibi) bir mükellefiyetin de adıdır. Bu anlamda terim haline gelmiş tamlamalardaki i’ler de kısa okunur: resm-i gümrük (resmi gümrük, gümrük resmi olarak da anılır)

Sıfat olarak, devletin olan, devlete ait, devletle ilgili, özelin zıddı anlamında resim kelimesi nispet i’siyle, resmî şeklinde yazılır ve i doğal olarak uzun seslendirilir: resmî, resmî gazete, gayrı resmî, resmî bayram, resmî daire, resmî muamele, resmî müracaat, resmî dil, resmî nikâh, resmî elbise, resmî giysi vb.

Varlıkların, doğadaki görünüşlerinin kalem, fırça gibi araçlarla kâğıt, bez vb. üzerinde yapılan biçimlerini anlatan (isim) “resim” sözcüğü (Arapça ‘resm’ şeklinde olsa da ‘resim’ olarak yazılır ve okunur): “resim, resimci, resimleme, resimlik, resimli roman, resim yapmak…

Ünlü ile başlayan ek veya yardımcı eklem aldığında i’ sesi düşer:

resmetmek, resme bakmak, resmiyet, resmin güzelliği vb..

Zarf olarak, devlet adına, devletçe, anlamında “resmen” sözcüğü vardır.

“Bu resmen harp ilanıydı.” gibi.

Kanuna uygun olarak anlamındadır: “Resmen nüfus idaresine müracaat etti.” gibi

Samimi olmayan, teklifli, ciddi anlamında kullanılabilir: “Ne bu resmîlik kardeşim! Biraz değiştir şu ağzını.”

Nisan Kumru | Spiker



'Irak mı', 'ı:rak mı';
Nasıl telaffuz edelim?

Nisan Kumru

Devletin adı Irak, yani ‘ıırak’ değil. En azından Wikipedia’yı açıp bakalım. Kendi dillerindeki yazılışı da (عراق) ‘ayn, ra, uzatma için elif ve kaf harfinden oluşuyor. Hatta özel isim olduğu için elif lam takısıyla yani marife haliyle yazılıyor: العراق. Türkçe olarak ‘ı’ sesiyle karşıladığımız harften sonra bu sesi uzun söylemeyi gerektirecek bir ya (ye) sesi olması gerekiyordu ki bu yok. DEVAMI ˅

Devletin adı Irak, yani ‘ıırak’ değil. En azından Wikipedia’yı açıp bakalım. Kendi dillerindeki yazılışı da (عراق) ‘ayn, ra, uzatma için elif ve kaf harfinden oluşuyor. Hatta özel isim olduğu için elif lam takısıyla yani marife haliyle yazılıyor: العراق. Türkçe olarak ‘ı’ sesiyle karşıladığımız harften sonra bu sesi uzun söylemeyi gerektirecek bir ya (ye) sesi olması gerekiyordu ki bu yok.

'İran' adında ilk sesi neden uzatıyoruz? Çünkü ilk harften sonra uzatmak için bir ya harfi var (ايران).

Söz gelimi bu devletin isminin başında bir de elif harfi olsaydı (اعراق) yani ‘ığraag’ olsaydı o zaman belki Türkçe seslerle konuşma gereği ‘Iırak’ diyebilirdik. Bu haliyle de başka bir anlama geliyor Arapçada.

Eğer bir uzatmadan söz edeceksek ‘r’ sesinden sonra elif harfiyle bir uzatma sağlanmış yani ‘Iraak’. Devletin tam adı, Irak Cumhuriyeti, (العراقية الجمهورية) el-Cumhūrīyyetü'l-‘Irākīye.
TDK web sitesinde, Irak ve versiyonları seslendirilirken hepsinde ‘ı’ sesinin kısa okunduğunu duyarız. Devletin adı Irak ise peki bir kısım ünlü spiker ya da seslendirme sanatçısı neden ısrarla ‘Iırak’ der.

Bazılarının gerekçesi şu: ‘Falan ağabey böyle diyor.’

Falan ağabeye sorduğunuzda da şu cevabı alıyorsunuz: ‘uzak’ anlamındaki ‘ırak’ ile karıştırmamak lazım yani sıfatla devlet adını ayrıştıralım diye böyle yapıyoruz diyorlar. Bu arkadaşlar Sesteş kelimelerdeki farklılığı gösterebilmek için bazı sesleri uzatarak değiştirirken bazılarını da inceltiyorlar. Örneğin ‘bidon su ile dolar’daki ‘dolar’ ile Amerikan para birimi ‘dolar’ı karıştırmamak için ‘l’ sesini incelterek ‘dolâr’ diyorlar. İyi de bu bize bir devletin orijinal söyleyişini bozma yetkisi verir mi, hem de kelime Türkçeleşmişken.

Evet, Türkçe sıfat olarak kullanılan uzak anlamında bir ırak var. ‘ırak’, (ırağ, ırah, yırak gibi versiyonları var). Cümle içinde kullanırsak: "Sesin ıraktan gelir, yürek deler." Sesin uzaktan gelir yürek deler anlamında. Burada ‘ı’ sesini uzatacak bir neden görmüyoruz. Osmanlıcada (اراق) ayn yerine elifle yazılıyor.

Bir de Arapçadan dilimize geçmiş yine aynı yazılan ırak (عراق) makamı var. Türk Musikisinde makamlardan birinin adı. Irâk-gerdaniye, ırâk-ı acem gibi çeşitleri var. Bu makam adında da bir ‘ı’ uzatması yok.

Sesteş kelimelerdeki farklılıkları belirtmek için uzatma ekleme diye bir kural gelişecekse hepsinde uyguluyor olmamız lazım ki bu garabet olur. Örneğin hafif açıklık anlamındaki aralık ile Aralık ayını veya Aralık ilçesini ayırmak için birine ‘aaralık’ mı diyeceğiz. Bunu anlam ayırıcı bir özellik olan bir uygulama olan vurguyla yapıyoruz. Örneğin, “Aralık ilçesinde Aralıkta soğuk bastırınca evin bir de aralık bir yerdeyse vay haline!”

Sonunca gelirsek, Irak devletinin adını telaffuz ederken herhangi bir uzatma yapmıyoruz. Irak, Iraklı, Irak’tan.

Sadece şuna dikkat ediyoruz; iki seslemden yani iki heceden oluşan yer adlarında yaptığımız gibi ilk heceyi vurguluyoruz.‘ı-RAK’, ‘ı-RAKlıllara’ demiyor; ‘Irak’, Iraklılara diyoruz.

Not: Bu isme çekim eki geldiğinde ‘k’ sesini yumuşak ‘g’ye (ğ) çevirip onu da okumayarak Cumhurbaşkanı ırağa gitti’ demiyoruz. O zaman Cumhurbaşkanının uzak bir yere gittiği anlamı çıkar. Devlet olan Irak ile uzak anlamındaki ırak’ı asıl burada ayırmak gerekiyor. Nasıl telaffuz ediyoruz: Cumhurbaşkanı Irak'a gitti’ diyoruz, ‘ırağı ziyaret edecek’ demiyoruz Cumhurbaşkanı Irak’ı ziyaret edecek’ diyoruz.

KAYNAKLAR
Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat. Ferit Develioğlu
Konuşma Dili ve Türkçenin Söyleyiş Sözlüğü. İclâl Ergenç
Konuşturan Sözlük. Şener Mete
Wikipeda.org
TDK Türkçe Sesli Sözlük
Not: Yazılar kaynak gösterilerek yayınlanabilir.

Nisan Kumru | Spiker


Ahi, asa, aşçı kelimeleri
nasıl telaffuz edilmeli?

Nisan Kumru

Aahi değil ahî; Aahilik Haftası değil Ahîlik haftası şeklinde telaffuz etmek gerekiyor. Aahi Evran değil Ahî Evrân; Aahi Baba değil Ahî baba; Aahi Mesut Mahallesi değil, Ahî Mesut Mahallesi demek gerekiyor. DEVAMI ˅

Ahî, Arapça ‘ahıı’ yani ‘kardeş’ /’kardeşim’ anlamına gelen kelime, üç harften; elif, kalın ha harfi ve birinci tekil ‘ya’sından oluşuyor Türkçe’deki 'akı'dan (cömert) türetildiğini ileri sürenler de vardır. (اخي): okunuşu ahii (ahî) Kalın ‘ha’ (hı) harfini, Türkçe seslerle konuşma gereği hırlatarak söyleyemeyiz ama en azında uzun ve kısa seslere dikkat edelim.

Çünkü yazılışı aynı ama okunuşta bir harfi uzun ya da kısa okumak anlamı değiştirebilir.Türkçe basit fonetik yazımında da
(ahi:) ‘i’ harfinden sonra iki nokta üst üste işareti görürüz, bu işaret kendisinden önceki harfin bir vokal uzatılması gerektiğini söyler bize. Ahi’nin -lik yapım eki almış hali olan ‘Ahilik’ isminin, spikerler tarafından yöneticiler tarafından sıklıkla “Aahilik” şeklide telaffuz edildiğini duyuyoruz.

i’ sesinin değil de ‘a’ sesinin uzatılarak telaffuz edilişi neredeyse galat olmuş durumda ama doğrusu, kelimenin orijinaline de uygun olarak ‘Ahiilik’ (Ahîlik).

Aahi değil
ahî; Aahilik Haftası değil Ahîlik haftası şeklinde telaffuz etmek gerekiyor. Aahi Evran değil Ahî Evrân; Aahi Baba değil Ahî baba; Aahi Mesut Mahallesi değil, Ahî Mesut Mahallesi demek gerekiyor.

Ve bir not: TDK 'Türkçe Sesli Sözlük'te arattığınızda 5 civarı seslendirme var, bir tanesinde Aahilik şekliden telaffuz edilirken diğer dört örnekte doğru şekilde 'ahiilik' şeklinde söyleniyor.

Bu bölümde ele alacağım/ dile getireceğim, çokça yanlış telaffuz edilen bir diğer sözcük ‘asâ’ (telaffuzu asaa). Yanlış örnekleri şöyle çokça duyarız: Musa’nın aasaası, “İmparator aasasını kaldırdı ve var mı bu aasayı elimden alacak dedi..”

Arapça orijinaline bakarsak ayn sad ve uzatma sesi olarak elif harflerinde oluşuyor (عصا).
Değnek, sopa, baston anlamlarına geliyor. Hz Musa Peygamberin kısası anlatılırken Kuran’da çokça geçer.
(Hepsi ‘asa’ diye yazılan ama 5 farklı anlama gelen Arapça Farsça kelime notlar bölümünde*)

Bu kelimeyi birinci ‘a’ sesi kısa, ikinci ‘a’ sesi uzun olarak telaffuz etmek gerekiyor. Asâ.. Yani ‘aasaa’ değil. ‘Aasaa’ diye okursak, çoğul bir anlam oluşuyor asâlar anlamına geliyor. “Asây-i Musa, Musa’nın Asâsı, asânla denize vur / asânla taşa vur” gibi.
.

Gelelim 'aşçı'ya. Bir işletmenin kapısına ilan asmışlar: “ahçı aranıyor”. Görevliye sordum; “Ah edip inleyen birini mi arıyorsunuz?” Beyefendi güldü ve dedi ki “biz özellikle sözlüğe baktık, bilen birine sorduk doğrusunun bu olduğunu söyledi biz de öyle yazdık.”

Bildiğim halde kontrol için özellikle baktım sözlüğe. Böyle bir telaffuz yok. Aksine 'aşçı’nın yanlış söylenişi olarak geçiyor sözlüklerde. Onlar nasıl bir sözlüğe bakım nasıl bir bilene sordular bilmiyorum.

Ama galiba ‘ş’ ve ‘ç’ seslerini bir arada seslendirmenin zorluğunda böyle bir yol bulunmuş. O zaman işçi kelimesini de aynı kolaylığa tabi tutup
‘ihçi’ mi demeliyiz? Doğrusu ‘aşçı’. Yemek pişiren bunu meslek olarak yapan kimse anlamında kullanıyoruz.

Şimdiye kadar anlattıklarımızı bir cümle de özetleyelim:
“Aahilik haftasında aasaasıyla sahneye çıkan oyuncu ahçıyı yanına çağırdı” diye okuyan birine diyeceğiz ki, “Buradaki üç kelimeyi yanlış telaffuz ettin. O şöyle olacak: Ahiilik Haftasında asaasıyla sahneye çıkan oyuncu aşçıyı yanına çağırdı”

OKUNUŞU DEĞİŞİNCE AYNI HECELERİN, BAKIN HANGİ FARKLI ANLAMLARA GELİYOR
(عصا) : asâ; (okunuş asaa) değnek, sopa, baston (Arapça)
(اعصا) : a’sâ (okunuş aasaa) değenler sopalar bastonlar (Arapça)
(عَصَى) : asâ; (okunuş asaa) asi oldu, isyan etti (Arapça) Türkçede kullanılmaz
(عسي) : asâ; (okunuş asaa) belki, umulur ki. (Arapça) Türkçede kullanılmaz
(آسا) : âsâ; (okunuş aasaa) vakar ciddilik (Farsça) Türkçede kullanılmaz
(آسا) : -âsâ; (okunuş aasaa) gibi anlamında (Farsça edat) ‘devasa’daki ‘–asa’ eki

KAYNAKLAR
Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat. Ferit Develioğlu
Konuşma Dili ve Türkçenin Söyleyiş Sözlüğü. İclâl Ergenç
Konuşturan Sözlük. Şener Mete
Kur'an-ı Kerîm
İslam Ansiklopedisi. TDV
Türkün Dili Kuran Sözü. İstiklâl Marşı Derneği
Wikipeda.org
TDK

Nisan Kumru



Radyo tiyatroları.
Hepimiz özlemiyor muyuz onları?

Nisan Kumru

Karda zorlukla, nefes nefese yürümeye çalışan bir adamın sesini duyarız. Rüzgâr uğuldar. Birden ayak sesleri susar. Bir tahta kapı sert sert dövülür. İçerinden koşuşan ayak seslerini duyarız. Kapı gıcırtıyla açılır. İçerinden gürül gürül yanan sobanın çıtırtıları duyulur. Yorgun bir ses "hemen benimle gelmeniz gerekiyor, acele edin ölüm kalım meselesi" der DEVAMI ˅

Bugüne kadar onlarca radyo tiyatrosunun, arkası yarının senaryo yazımından yönetmenliğine kadar pek çok alanında çalışmalarınız oldu, hala da devam ediyor. (Hem bir dinleyici hem de bu işe gönül vermiş biri olarak) radyo tiyatrolarının sizin için ifade ettiği değeri nasıl tarif edersiniz?

Tren yağmurlu bir gardan hareket eder. Ara ara çakan şimşekler trendin düdüğüne karışır. Lokomotif raylarda çıkardığı ritmik sesle şehirden ayrılmaktadır. Tedirgin ayak sesleri yaklaşır Kapı açılır ve kapanır. Kompartımana bir adam girmiştir, kalın esrarengiz bir ses "yolculuk nereye" diye sorar ve bir heyecan başlar. Bir başka sahne: Karda zorlukla, nefes nefese yürümeye çalışan bir adamın sesini duyarız. Rüzgâr uğuldar. Birden ayak sesleri susar. Bir tahta kapı sert sert dövülür. İçerinden koşuşan ayak seslerini duyarız. Kapı gıcırtıyla açılır. İçerinden gürül gürül yanan sobanın çıtırtıları duyulur. Yorgun bir ses "hemen benimle gelmeniz gerekiyor, acele edin ölüm kalım meselesi" der ve bir koşu tüm aileyi peşinden sürükler. Bir merak alır bizi. Elimiz işte kulağımız radyodadır.

Ben, benim kuşağım benden önceki kuşak bunlarla büyüdük. Radyo tiyatrolarında, dinleyiciye ulaşan sadece seslerdir ama dinleyen evleri ağaçları, koşan adamları kendi yerleştirir sahneye, bu adamların seslerine bir yüz çizer onları hareket ettirir. Radyo tiyatroları benim için, hayal dünyamızı geliştirmemize, soyut düşünebilme yetimizin artmasına katkısı büyük olan, seslerle örülmüş, gerisini dinleyenlerin kurduğu harika bir evren. Filmlerin alternatifi olmayan, sahne tiyatrosundan da ayrı olarak Radyoda icra edilen bir sanat dalı. Radyo oyunlarını dinlerken, dizi ve filmlerde bulamayacağınız bir giz, bir haz var. Bu, yapımda dinleyicinin de görev almasından kaynaklanıyor bana göre.. Bir derdi, tasası olan insanların bunu anlatabilmeleri için sanatın sunduğu imkânlarla kendilerine buldukları bir yol, güzel bir araç…

Türkiye’de radyo tiyatrolarının tarihsel serüvenine baktığımızda nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz? Bu formatın yayın hayatına kazandırılması hangi yıllara uzanır?Türkiye'de ilk radyo tiyatrolarının 1950'li yıllarda İstanbul Radyosu'nda yayınlanmaya başladığı söylenir. Dışarıda ise daha eski… Radyo yayınlarında haber iletimi, yarışma ve müzik eğlence programlarının yanında kurguya dayanan programlar yayınlama isteği radyo tiyatrosunun ortaya çıkmasını sağlamış. Radyo oyunları, özellikle 2. Dünya Savaşından sonra yaygınlaşarak bir radyo klasiği haline gelmiş. İlk zamanlarda bu format 'soap opera' olarak adlandırılıyordu. Düşünün o zamanın en iyi filmleri ve dizileri bunlar. Radyonun başına toplanmak diye bir deyim var. Çok büyük bir dinleyici kitlesini peşinden sürüklüyor bu yapımlar. O kadar etkili ki, 1938 yılında Dünyalar Savaşı adıyla yayınlanan bir oyun ABD'de kısa süreli bir panik yaşanmasına sebep oluyor. Oyunda, marslıların Dünyayı işgal ettiği konusu bir haber bülteni şeklinde işleniyor ve bunun sadece bir radyo tiyatrosu olduğu daha sonra anlaşılıyor.

O dönem genelde radyonun ve özelde radyo tiyatroların halk içinde edindiği yeri anlatan filmler var. 'Radyo Günleri' bunlardan biri.

Bir video paylaşım sitesinde 1938 yılında görüntülü olarak kaydedilmiş, bir radyo oyunun çekimini gösteren bir video var. Tiyatro oyuncuları mikrofona yaklaşarak uzaklaşarak repliklerini seslendiriyorlar. Ama arkada koca bir prodüksiyon var, onlarca düzeneğin başında ses efektlerini yapan bir çok insan çalışıyor: Atların koşma seslerini çıkaranlar, arabanın motor sesini veren düzenek, mutfakta bulaşıkları gerçekten yıkayan bir kadın, araba kapıları ev kapıları ve bunları açıp kapatan insanlar. Teknik bir iş yapılıyor. Daha sonra kamera bu çalışma ortamından geriye çekiliyor ve radyonun hoparlöründen çıkıp bir çocuğun odasına geldiğinde tüm bunları dinleyen bir çocuk görüyoruz. Çocuğun zihninde canlandırdığı ise radyonun içinde bu olayları gerçekten yaşayan insanlar. Sanki olanları radyonun içinden izliyor.

Günümüze gelindiğinde peki, durum neyi gösteriyor?

Bizim kuşağımız ve bir öncekine sorduğumuzda hemen hemen herkes aynı özlemi dile getirir: "Ah neydi o radyo tiyatroları… Arkası yarınlar vardı, radyonun başından ayrılamazdık.."

Ramazan boyunca her gün yayınlanan bir arkası yarınımız vardı, "Ramazan bereketi." 40'ı aşkın oyuncu ses verdi bu projede. Oyunun büyük kısmının kayıtlarını İstanbul'daki sanatçılarla aldık. Bir kısmı eskiden radyo tiyatrolarında oynamış insanlardı. Çalışma aralarındaki sohbetlerimizde, eskiden güzel radyo oyunların yapıldığını ve bu işlerde büyük zevk alarak çalıştıklarını anlattılar. Tekrar bu çalışmaların özlemi içinde olduklarını dile getirdiler.

Kadro isteyen, masraflı ve emek yoğun bir alan… Bu tür yapımlar ortaya koymak kolay değil. Bir bölüm için üç-dört gün çalışırsınız ama 15 dakika yayınlanır biter. TRT çok iyi bir yere kadar taşıdı radyo oyunlarını ama şu an tek tük yapımlar olduğunu duyuyorum. Tematik radyolar bundan 10 yıl öncesine kadar çok iyi yapımlar ortaya koyuyordu. Şimdi tam anlamıyla bir faaliyet yok. Bazı popüler müzik radyolarının, üniversite radyolarının da arada bir yapımları oluyor. Bizim, kuruluşumuzdan bu güne, her gün arkası yarınlarımız oldu, radyo tiyatrolarımız oldu. Arada bir yayınladığımız bir yapım değil. Diyanet Radyo, geleneği devam ettirmeye kararlı. İnşallah bu tüm radyolarımıza örnek olur, cesaret verir.

Radyo tiyatrolarının eskilerde kalmış bir geleneğin yeniden canlandırılması olduğundan söz ettik. Peki, bahsettiğimiz bu gelenekle ilgili (veya eski radyo oyunlarına dair) aklınızda kalmış hatıralardan birini dinleyebilir miyiz sizden?

Küçüklüğümde bir kış günü, babamla bir terziye gitmiştik. Gözlüğünü burnuna indirmiş ceket yakası işleyen sakin bir adam, piknik tüpündeki çaydan yayınlan bir rayiha ve başka bir masada düğme diken küçük bir çırak; rafta duran transistorlu radyodan yayınlanan/yayınlan bütün dükkânı dolduran radyo tiyatrosunu dinliyorlar… Fakir bir ailenin yaşamını anlatıyor oyun. Soğuk karlı havada, sığınılacak sıcacık mutlu bir ortamdı o terzihane… İşimiz bitti babam beni çağırıyor, ama ben oyunun sonunu bekliyorum. Onu o ortamda dinlemek istiyorum. Mecburen çıktık, eve vardığımızda oyun bitmişti. Anneme oyunun kaçırdığım kısımlarını anlattırmış heyecanla dinlemiştim. O zaman o terzihanede içime yazdım/yazıldı bu meslek galiba… Hep yaptığım işleri o terzihanede dinleyen insanlar küçük çocuklar hayal ederim.

Yolda, trafikte, günün her saatinde severek dinlediğimiz, görselliğin çok ötesinde tamamen kendi algılarımızla şekillenen bir dünyaya kapı aralıyor radyo tiyatroları… Hayatın içinden konulara yer veriliyor elbette, ancak; biraz daha özele inerek, yayınlanan oyunlardan ve temalardan bahsedebilir miyiz?

Radyo oyunlarıyla şahsen benim vermek istediğim ne olabilir diye düşünmüş ve bir proje sunarken de şu mealde şeyler yazmıştım: Dinin oluşturmaya çalıştığı sosyal adaleti, ahlaklı insan modelini, Kuran kavramlarının pratik hayattaki karşılıklarını; erdemli davranışı, ahlaki eylemi, sebep ve sonuçlarıyla ortaya koyarak; yönlendirmenden, tek düze nasihat verici yaklaşımın dışında; yargılamadan, bir kesimi ötekileştirmeden, örselemeden, drama sanatın imkânlarıyla, diyaloglarla anlatmayı hedefliyoruz. Yazar Hasan Karaca yönetiminde bir yazar kadromuz var, Edebiyat eğitimi almış kişiler ve sürekli yazılar yazan insanlar oyunlarımızı bu ekip yazıyor… Uyarlama değil özgün eserler üretiyorlar, Drama çalışmaları için toplantılar oluyor ve ihtiyaç olan konular belirliyoruz. Bu alanlarda oyunlar üzerinde çalışıyoruz.

Dinleyenlerin hayal dünyasını zenginleştiren bu oyunların ailemizi, çocuklarımızı eğitici, bilgilendirici yönlerinden söz edebilir miyiz?

Görsel kurgusal yapımlara göre daha fazla düşünebilme imkânı sunuyor radyo oyunları; hayal günücün soyut üretimlerine daha fazla alan bırakıyor. Bir pedagogun radyo tiyatrolarına ilişkin değerlendirmesini okumuştum. Özetle şunları söylüyor: "Radyo tiyatroları çocukların zihinsel gelişimine destek olan en kolay aile içi aktivitelerden biridir. Bu kazanımların başında; zihinsel takip gücü gelir. Çocuklar radyo tiyatrolarını dinlerken, tiyatro içindeki ses efektleri ile oluşan ve fakat görselleri olmayan olayları zihinlerinde canlandırırlar. Böylece çocuk, soyut düşünebilme yeteneğini geliştirecek bir faaliyet içinde olur. Çocuklarda soyut düşünebilme gücünün gelişmesi dersi anlama, derslerde geçen soyut kavramları daha iyi yorumlayabilme, empati kurabilme, iletişim kurma sırasında muhatabına anlatacağı olayları zihninde canlandırabilme gibi birçok yeteneğin gelişmesinde rol oynar. Bunun yanı sıra dikkat dağınıklığı olduğu düşünülen çocuklarda radyo tiyatroları oldukça başarılı bir tedavi yöntemidir."

Peki, radyo tiyatroları bir tür olarak gelecekte de varlığını sürdürebilecek midir sizce?

Bence yenilmeden devam edecek ve bu işe gönül vermiş insanlar olacak. Düşünün onca dijitalleştiğimiz çağda hala kitaplar basılıyor. e-gazetelerin kâğıda baskıyı bitireceği söyleniyordu yıllarca ama bitirmedi. Bir takım özverili insanlar gece yarılarına kadar çalışarak hala dergi çıkarıyor, onları yayına hazırlıyor, dağıtıyor hala yeni edebiyat dergisi çıkarma kararları alınıyor. Bunların hep yenileceği söylenirdi.

Radyo tiyatrolarını da üretebilecek birileri çıkacak. Arkası yarınlar diziye bir alternatif değil ya da dizi bu alanın bir gelişmiş şekli değil. Tıpkı romanın; öykünün hikâyenin gelişmiş şekli olmaması gibi. Radyo oyunları sahne tiyatrosunun sesle yapılanı ya da radyo tiyatroları sinema filminin görüntüsü olmayan hali değildir. Ayrı bir anlatım dili vardır radyo oyunlarının. Bu dil onu bambaşka bir dal haline getirir.

Son olarak bu alanda çalışıp, kendini geliştirmek isteyen kimseler için neler tavsiye edersiniz?
İyi bir tiyatro eğitimi drama yazarlık eğitimi almak gerekiyor, gönül vermek gerekiyor. Bir dert edinmek gerekiyor. Anlatabilecek hikayeler biriktirmek gerekiyor. Hayal dünyasını diri tutacak faaliyetler gerekiyor.

Diyanet Aile Dergisine 2014'te verdiğim röportajdan


Nisan Kumru ile
Radyoculuk röportajı

Adil Erzeley

İnsanlar savaşları radyodan öğrendiler. Radyoda hep bir giz kalacak. Sesin imaja üstünlüğü hep olacak. Romandan filmleştirilmiş kitaplar var. Romanı da okumuşsanız bu film size tat vermiyor; neden? “A ben burayı böyle hayal etmemiştim, bu karakter bu olmamalıydı” diyorsunuz. Radyo oyunlarını dinlerken mesela dizi ve filmlerde bulamayacağınız bir giz, bir haz var. DEVAMI ˅

Siz kendinizi nasıl anlatırsınız?
73’te doğdum. Seydişehir’de yaşadım. Erzurum’da okudum. Erzurum, Malatya, Gaziantep, Konya ve İstanbul’da radyocuydum, Ankara’da radyoculuğa devam ediyorum. Kuruluşundan beri Diyanet Radyo’da drama yönetmeni ve yapımcı spiker olarak çalışmaya devam ediyorum. Radyo tiyatroları, arkası yarınlar, diğer radyo programları ve seslendirmeler yapmaya; çalıştığım alanla ilgili bilmediklerimi öğrenmeye, iyi bildiğimi düşündüklerimi kendimce yazıp çizerek, paylaşarak, video yaparak öğretmeye devam ediyorum.

Radyoculuk nasıl başladı?
1994’tü. Erzurum’da sağlıkla ilgili bir yüksekokulu bitirmiştim. İş aramaya başladım. Fakat çaldığım kapı bir hastaneninki değildi. Özel radyolarından birinin demir kapısı önüne getirmişti ayaklarım beni. “Çalışmak istiyorum” dedim. Elle yazılmış bir reklam metni vardı, “oku bakalım” dediler okudum. “Tamam, yarın gel başla” dediler, başlamış oldum.

Bu bir tesadüf mü sizce?
Bir işi rastgele bulmayız, bir fikir tesadüfen aklımıza düşmez. Bir eseri durup dururken ortaya çıkarmayız. David Eagleman’ın, Incognito’da beynin çalışma biçimiyle ilgili yazdıklarını okuyunca bir kez daha inandım buna: fikir aniden parlayıvermez kafanızda. Bir yerlerde, bir zaman, bir karar verirsiniz, dönüm noktası olmuştur o sizin için. “Tüm bunlar o birkaç saniyelik zaman diliminde ortaya çıkmış değildir.” der Eagleman. Siz bir zamanlar, o fikre giden yola bir adım atmışsınız, bir şeyi arzu etmişsiniz, bir yönü seçmişsinizdir. Beyniniz size fark ettirmeden, alttan alta o konuyla ilgili çalışmaya başlamış onu olgunlaştırmak için veri toplamaya devam etmiştir.

Yani, bir anlık o buluş, beynin uzun süreli çalışmasının bir eseridir. Söylemek istediğim; Bir zamanlar ortaya çıkan istidadım, dinleyince sevdiğim şeyler, kurduğum bir hayal olgunlaşarak beni o kapıya götürdü.

“Şans, fırsatlara hazırlıklı yakalanmaktır” diye sevdiğim bir söz daha var. Bir yolu seçtiyseniz, onun için bir takım içsel hazırlıklar yapmışsınızdır mutlaka. Bazen kafanızda bir fikir belirir; “şuraya bir gitsem mi, bu adama içten bir selam versem mi, şu kuruluşa biraz para bağışlasam mı, mikrofonda konuşmak güzel olsa gerek…”

O an, onunla ilgili bir adım atarsınız yahut “aklıma geldi ve aklımdan uçtu gitti” dersiniz. O an o fikir size sunulmuş bir fırsattır. Belki rahmanîdir. Bilemezsiniz. Seçimlerimizle yargılanırız. Aklınıza gelenin ‘hayr’ olduğunu düşünüyorsanız, fikir uçup gitmeden, onun için bir şeyler yapmak cesareti azmi sönüp gitmeden kapıdan içeri girmelisiniz. Benim için hayırlı bir karar olduğunu düşünüyorum, inşallah akıbet de hayır olur.

İlk yayında ne vardı?
Sabah gazete okuma programıydı. İki ağabey sunuyordu. İzleyip alışmam için stüdyonun akvaryum kısmına aldılar. Çıt çıkarmadan oturdum, her hareketlerini dikkatle takip ettim. Sonra müzik arasında önüme bir yazı koydular “bunu da sen okuyacaksın” dediler. Canlı yayındayız düşünebiliyor musunuz, izleyeceğim bakacağım öğreneceğim diye gitmişiniz halbuki.. Soğuk suya, havuza direk atlayarak alıştırmak bu olsa gerek.

Metni hatırlıyor musunuz?
Evet, Fehmi Koru’nun köşe yazısıydı. Radyoda yayın hayatım Koru’yla başladı yani. ‘Ne yazıyordu’ derseniz, hiçbir şey hatırlamam mümkün değil. Titrememi bastırmaktan, bir an önce yazının sonun getirmeye çalışmaktan, ne okuduğumu bile bilmiyordum. Masadaki camın altında ilk kazandığı paraları saklayan esnaf gibi o kaseti o yazıyı saklasaydım keşke.

Sizi daha çok hangisi tanımlar? Radyocu mu, ses sanatçısı mı?
Ses sanatçısı daha çok şarkı söyleyenler için kullanılır. Seslendirme sanatçısı yazıyor bazı arkadaşlar titrlerine, bu çok uzun boylu bir tanımlama. Ben ‘spiker’, ‘seslendirme oyuncusu’ diyorum. Oyuncusunuz ama sinema ya da tiyatroda değilsiniz. Mikrofon oyuncusu da deniyor, seslendirme ve dublaj yapanlara. Sanatçı denebilmesi için yiyeceğimiz ekmek dolu fırın sayısı çok. Aslında ‘radyocuyuz’. Eskiden radyoda çalışmak demek, Spikerlikten sunuculuğa, tonmaisterlikten montaj yapmaya, program hazırlamaktan sponsor bulmaya kadar her şeyi yapabiliyor olmayı gerekli kılıyordu. Ama artık son 10 yıldır radyoculuk içinde de branşlar oluştu: spiker, sunucu, prodüktör diyoruz, teknik müdür diyoruz. Dolayısıyla ‘radyocu’ demek daha iyi duruyor üzerimizde.

TV ve İnternet, gerçekten radyonun tahtını yıktı mı?
Belki aynı şey olmayacak ama “televizyon sinemayı bitirdi mi bitirmedi mi, CD/DVD sinemayı bitirdi mi, İnternet haber siteleri ve e-gazete gazeteyi bitirir mi bitirmez mi, e-book okuyucular, kindle’lar kitapları bitirecek mi” diye hep soruldu/soruluyor.

Zaten, üstünde dantel işlemeli örtü bulunan ahşap radyodan ma’aâlie toplanıp radyo tiyatrosu dinlenen; “susun başlıyor” denildiğinde herkesin pür dikkat kulak kesildiği, ajansların dinlediği kıraathaneler yıllar önce yok oldu. Hatta böyle televizyon ortamları da azaldı; baba, televizyonun başında film izliyor, hanım başka bir televizyondan dizi izliyor, oğlan telefondan video açmış dünkü diziyi izliyor, kız çocuk telefondan video izliyor. Birlikte ancak yemek yiyebiliyoruz. Eğlence bile bireyselleşti.

Yine de bir şey anlatayım; Bir dinleyicimiz Diyanet Radyo’da yayınlanan arkası yarınları radyonun başına oturup ailece dinlediklerini anlatmıştı. Yani yine de var diyelim, öyle ortamlar.

Soruya dönersek, evet tahtı sarsıldı, özel televizyonlarla birlikte radyonun. TV ve internet elbette etkiledi radyoyu, radyo evlerden çıktı ceplere arabalara hapsoldu bir nevi. Ama bu disketin, kasetlerin CD /DVD sürücülere dayanamayıp bitmesi yahut DVD’lerin de bir gün USB belleklerden dolayı bitecek olması gibi bir şey olmasa gerek. Radyo sadece bir nostalji figürü olmayacak bence. Çünkü içinde hep bir giz barındırıyor. TV karşısında avantajları var. Radyolar da boş durmuyor, insanların radyo dinlediği Drive Time dediğimiz işe gidip işten çıkış saatlerinde daha kaliteli daha ilgi çekici programlar yapmaya çalışıyorlar. Yine de mutfaklarında radyonun açık olduğu evler. Radyonun sesiyle yastığa başını koyan insanlar yok değil.

Ülkelerin köklü radyoları var, yıllardan beri de programlar yapmayı sürdürüyorlar. Televizyonda haberler oluyor diye haber sunmaktan vazgeçmiyorlar. Amerika’da başkan Amerikan radyosuna özel demeç verebiliyor. İnsanlar savaşları radyodan öğrendiler. Radyoda hep bir giz kalacak. Sesin imaja üstünlüğü hep olacak. Romandan filmleştirilmiş kitaplar var. Romanı da okumuşsanız bu film size tat vermiyor; neden? “A ben burayı böyle hayal etmemiştim, bu karakter bu olmamalıydı” diyorsunuz. Radyo oyunlarını dinlerken mesela dizi ve filmlerde bulamayacağınız bir giz, bir haz var. Dinleyene sadece ses ulaşıyor. Hiçbir şey hazır değil, dinleyen, dekoru kendi kafasında kuruyor, oyuncuların yüzlerini çiziyor, hareketlerini veriyor, oyuncuları konuşturuyor. Yani zihin tiyatrosu bu, oyuncu yönetmen dinleyici ortak yapımı bir eser… Soyut düşünebilme yeteneği, hayal edebilme yetisi televizyonla iyice köreliyor. Çocuklarımız emek harcamadan seyrediyorlar. Malzeme hazır sunuluyor. Yani balık tutmayı öğrenemedikleri için sürekli beslemek gerekiyor onları. Radyo dinlemenin hayal etmeye düşünmeye üretmeye katkısı yadsınamaz. Yapabilirlerse ebeveyne tavsiyem, çocuklarına radyo tiyatroları arkası yarınlar yahut sesli oyunlar dinletsinler. Sesli romanlar dinletsinler.

Tahtı sarsıldı deyince aklıma geldi; gün gelecek spikerlerin mesleğini de elinden alacak, onların tahtını da sarsacak bir teknoloji geliştirilebilir mi?
Zaman zaman arkadaşlardan duyuyoruz, “bu seslendirme robotları her yazdığını okuyabiliyor, bazı sesler veriyoruz bizi değişik değişik konuşturabiliyor, acaba gün gelir bizim işimizi elimizden alır mı bu teknoloji.” diye soruyorlar. Bu alanda sanayi inkılabının neden olduğu gibi bir sonuç elbette beklenemez, son derece karmaşık ve belki milyonlarca algoritma üretmek gerektirecek olan konuşma yetisine sahip sistemlerin geliştirilebileceğini sanmıyorum. Olsa bile asla insan konuşmasının yerini tutamaz. Duygulanabilen duyguyu yansıtabilen bir yazılım gerekecek o zaman.

Ses yeteneğinizi ne zaman nasıl keşfettiniz?
İlkokulda bir Hacivat karagöz oyunu yazmıştım. Sınıfta bir arkadaşı zorla razı ederek metinden okuyarak oynamıştık öğretmenin karşısında. Orada ben Hacivattım galiba ve rayoevinde çalışıyordum. Eskiler stüdyo bilmezdi radyoevi derlerdi. O zamanlardan bir istek varmış demek ki. Bunun dışında hiç ortalıkta görünmedim ilkokulda orta ve lisede. Şöyle bir espri var: Edebiyat öğretmenim benimle çok ilgilenirdi benim yeteneğimin farkındaydı ve bana dedi ki,

“Akşam bize gel, kömür taşınacak da.” Beni keşfeden öğretmenim olmadı. Onlara şiir okudum programlara, temsil ve müsamerelere beni de alın dedim, Ama hiç kimse almadı. İçimde uhde de kalmış olabilir. Çocukluğumun büyük bölümü televizyonsuz geçti bu yüzden belki bu boşluğu radyoyla doldurduk. O güzel radyo günlerini yaşayarak büyüdüğüm için şanslı kuşaktanım. “Ah nerde azizim o eski radyolar” diyebilecek yaştayım. SHARP marka hacdan getirilerek bize hediye edilmiş bir teybimiz vardı. Mahalleden arkadaşlarla yahut akrabadan akranlarım gelince, organize ederdim topluca film gibi radyo tiyatroları yapar kaydederdik. Hatta efektlerini bile canlı yapardık. Yine çocukluğumda radyonun içini söküp iyice incelediğimi hatırlıyorum. Kitapları sesli okurdum bazen, bakardım hoşuma giderdi bu okuyuş. Arkadaşlar hatta “şunu spiker gibi okuma, düzgün oku” derlerdi. Üniversiteyi bitirip radyoda çalışmaya başlayınca, akrabalar arasında muhabbet şuydu “e ne iş yapacaksın artık, okul da bitti?” “Ben radyoda çalışıyorum.” “Canım! Biz iş diyoruz..” Yani radyoculuk o yıllarda işten sayılmazdı. “Sen de ah bir sigortalı iş bulsan da ekmeğini eline alsan” denirdi. Biraz haklılardı. Çünkü çok zor mali şartlarda, kıt kanaat geçinerek bu işi sürdürdük yıllarca. Ama sevmiştik bu her şeye değiyordu. Mesleğe beraber başladığımız dostlarla da yollar ayrıldı bir bir… Onların tamamı nerdeyse öğretmen oldu. Sadece ben varım galiba bu işi yürüten. Ama radyoculuk virüsü onları hiç rahat bırakmadı. Bir ucundan mutlaka radyoculuk yapmaya çalıştılar yine hobi olarak da olsa.

“Hasbelkader Sitesi”nden bahseder misiniz biraz?
Marmara FM’deydim. Genel Müdürümüz Mustafa Cihat’tı. Bana, “radyoda serbest olsan ne yapmak isterdin” dedi. “Aslında radyo oyunuyla uğraşmak isterim dedim. Hafta içi her gün yayınlanan Radyo sit-com’u Hasbelkader Sitesi böyle başladı. Oldukça güzel oyunlar çıkardık hepimiz oynadık dışardan seslendirme sanatçısı arkadaşlarla da çalıştık. Hatta İbrahim Sadri, Ümit Aktan, Emine Beder abla oyunda konuk oyuncu olarak kendilerini oynadılar. O zamanlar AB müzakereleri gündemde yoğun olarak konuşuluyordu. Biz de bir sitenin Avrupa Siteler ve Apartmanlar Birliğine üyelik müzakerelerini anlatan bir komedi yapmıştık. Türk tarzının Avrupa tarzına uyumunda yaşadığı çatışmayı mizah unsuru olarak güzel işlediğimizi düşünüyorum. 78 bölüm yaptık. Hatta tv dizi olarak tekliflerde sunmuştuk. Sonra ne hikmetse benzer konseptte bir dizi peyda oldu, bizimkinden çok sonra. Neyse oraya girmeyeyim.

Nisan Kumru deyince akıllara neyin gelmesini istersiniz?
Kelimelerle uğraşıyorum. Kelimelerin doğru telaffuzlarıyla ilgileniyorum. Bu alanda biraz mesafe aldırabilirsem insanlara, fazladan birkaç şey öğrenmiş olmalarını sağlayabilirsem meslektaşlarımın, bu benim için iyi bir şey. Sesimle iyi eserlere hayat verebilirsem, bu da bu kubbede hoş bir sadâ olur inşallah. Mesleğimle ilgili yazılı sesli çalışmalar yapıyorum onlar da hayata geçerse bir sadaka-i cariye olur diye düşünüyorum benden sonrası için.

Radyoculuk mesleğini düşünen gençlere ne önerirsiniz? Nereden başlamalılar?
Her meslek mensubunun alanıyla ilgili mutlaka birkaç kitabı oluyor evinde. Spiker adaylarının, seslendirme adaylarının, güzel konuşmak isteyenlerin de olmalı kitapları. Diksiyon eğitimiyle ilgili birkaç kitap en azından… Türkçe sözlük. Ferit Devellioğlu Osmanlıca Türkçe Lügatleri olsun mutlaka. Ayrıca TDK’nin ve Kubbealtı lügatinin internet siteleri var. Şener Mete hocamızın telaffuzları vurguları gösteren Konuşturan Sözlük’ü var. Bunlar sürekli başvurdukları bir kaynak olsun. İletişimden mezun olan arkadaşlarımız genellikle tecrübe sahibi olmadan mezun oluyorlar ve bu sebeple iş bulmak zorlaşıyor kendileri için. Sadece okul dersleriyle yetinmesinler alanlarıyla ilgili birçok kitap var. Mutlaka okusunlar. İnternette de, video diksiyon dersleri var, şan dersleri var. Bunlar çok iyi imkânlar. Bizim zamanımızda yoktu. Bizim birkaç ayda ulaşabildiğimiz bir bilgiye bir günde ulaşılabiliyor şimdi. Şimdi radyo programı bile var. Diyanet Radyo’da TRT Baş spikeri Şener Mete hocamızın Söz Sanatı programı var ki bu bilgileri kurslarda derli toplu bulmak mümkün değil. Bu programı mutlaka takip etsinler. Mutlaka sesli okuma çalışması yapsınlar. Hatta seslerini telefonlarına kaydetsinler. Kurs imkânı olanlar, seçerek iyi kurslara gitsinler. Öğrendikleri kuralları kitap metinleri üzerinde bulmaya çalışsınlar. Ustaların seslendirmelerini şiir yorumlarını bulup onları dinlesinler. Bilgi çok, yol çok, emek de biraz olsun.

İnternet portalı için Adil Erzeley ile röportajımdan


ARKA BOŞ MU /
BOŞA MI KONUŞUYORUZ?

Nisan Kumru

Sorun boş yer olup olmadığıyla ilgili değil, adam yerine konulup konulmadığımızla, muhatap alınıp alınmadığımızla alâkalıdır. Muhatap almadığımıza söz söyleme hakkımız da yoktur. İnsanlar emir kiplerinden hoşlanmazlar, şahsiyet, birey olarak değil, toplu, sürü halinde görülmekten incinirler. DEVAMI ˅

Sıkışık belediye otobüslerinde, önden yeni binen yolcuların söylediği “ARKAYA İLERLEYELİM BEYLER ARKA BOŞ!” (Görmediğimiz yer her zaman daha müsaittir zaten) lafını her duyduğumuzda, ‘HEY! BANA YER AÇIN KARDEŞİM’ gibi algılanan bu emre karşı, arkalardan homurtular eşliğinde şöyle uyarılar yükseldiğine de şahit olmuşuzdur:

“YER Mİ VAR DA İLERLEYELİM KARDEŞİM”,

“ARKA BOŞMUŞ! BİZ NE OLUYORUZ BURADA”,

“ORADAN SÖYLEMESİ KOLAY, GEL SEN İLERLESENE…”

Bazen ağız dalaşı duraklar boyu sürer.

Sorun boş yer olup olmadığıyla ilgili değil, adam yerine konulup konulmadığımızla, muhatap alınıp alınmadığımızla alakalıdır. Muhatap almadığımıza söz söyleme hakkımız da yoktur. İnsanlar emir kiplerinden hoşlanmazlar, şahsiyet, birey olarak değil, toplu, sürü halinde görülmekten incinirler.

Yoğunluk olduğu zaman, rica tonunda şu cümle tercih edilmeli:

“AF EDERSİNİZ, EĞER MÜSAİTSE İLERLEYEBİLİR MİYİZ?”

Birkaç mesajı da bu cümleyle iletiriz;

· AF EDERSİNİZ: ‘Bu yükseklikte sesle karşılaştığınız için özür dilerim’. ‘SİZ’ kalıbıyla beyler değil hanımlar da muhatap alınmıştır.

· EĞER MÜSAİTSE: ‘Ben göremiyorum ileriyi, siz daha iyi bilirsiniz, belki zaten yer de yoktur, gereken fedakarlığı gösteriyorsunuzdur ama biraz daha gayret lütfen’.

· İLERLEYEBİLİR..: buna imkan var mı bilmiyorum.

· …MİYİZ”: Ben de sizin gibi bir yolcuyum, aynı fedakarlığı ben de göstereceğim.

Nisan Kumru


'Hiçbir iyilik cezasız kalmaz'
ne demek?

Nisan Kumru

  • Araplar, bir iyiliğe karşılık teşekkür kabilinden: 'Cezakâllahu hayran' veya kısaca 'cezakâllah...' derler: ‘Allah -hayırlı- cezanı versin’, 'karşılığını Allah versin, ‘Allah karşılığını versin’ demektir. (Hacca gidenler bu tarz bir ifadeyle karşılaşmışlardır.) Kimse bunu beddua olarak anlamamakta… DEVAMI ˅

Ceza, hem mükafatlandırmak, hem müeyyide uygulamak anlamındadır. İyi veya kötü karşılık olarak bilinir. 'Hiçbir iyilik cezasız kalmaz.' Bu söz yanlış değil doğru bir söz., ‘iyilik karşılıksız kalmaz’ demektir. Ceza dilimizde anlam daralmasına uğrayan birçok kavramdan biridir. C-Z-Y kökünden gelen ceza' (جزاء) Kuran'da (cizye anlamları da dahil) kelime olarak 188 yerde geçiyor. Ödül vermek ve azap etmek anlamlarında takribi 90 Ayette geçiyor. 44 ayette, ödül vermek (MÜKÂFAT), 46 ayette de Azap etme (YAPTIRIM) anlamında kullanılmış (Kur'an'da Çok Anlamlılık, Mehmet Okuyan, Düşün Yay. )

'Hiçbir iyilik cezasız kalmaz..'

İyilik yaptıklarımız insanlardan (en azından kötülük yapmadıklarımızdan), bir iyilik göremeyip hatta olumsuz bir karşılık gördüğümüzde kullandığımız bir cümledir bu…

Bu sözü şöyle anlıyoruz bugün; 'Asla iyilik yapma, karşılığını kötülük olarak görürsün', 'kimseye iyilik yaramaz, mutlaka tepene binerler', 'zaten merhametten maraz doğar', 'iyilik yap kötülük bul', 'besle kargayı oysun gözünü, 'acımayacaksın…'

Hâlbuki bu cümledeki ceza' bir 'karşılık'ı ifade ediyor. Hiçbir iyilik cezasız, yani ‘karşılıksız’ kalmaz.

İçinden geldiğimiz mirasın, bu sözü menfi anlamda söylemeyecek ya da anlamayacak bir irfanî derinliğe sahip olduğunu biliyoruz. Yani bu söz doğru bir sözdür ama biz bugün yanlış bir dil algısıyla, yanlış anlamaktayız.

Araplar, bir iyiliğe karşılık teşekkür kabilinden: 'Cezakâllahu hayran' veya kısaca 'cezakâllah...' derler: ‘Allah -hayırlı- cezanı versin’, 'karşılığını Allah versin, ‘Allah karşılığını versin’ demektir. (Hacca gidenler bu tarz bir ifadeyle karşılaşmışlardır.) Kimse bunu beddua olarak anlamamakta…

Ceza, iradî bir fiilin müspet veya menfi karşılığına denir. Bir eylemin iyi ya da kötü karşılığıdır, dolayısı ile kötü bir davranışımızın karşılığı olarak yaptırım ve hoşlanmayacağımız bir şeyi ifade ettiği gibi; iyi bir davranışımızın karşılığındaki iyiliği ve mükâfatlandırmayı da ifade eder.

İyiliğin ceza’sını iyiliği yaratandan beklemeliydik.

İyiliğin karşılığını asla alamayacağımız düşüncesinin temelinde ne var? Bir iyilik yaptığımızda / bir kötülükten kaçındığımızda hemen bir karşılık beklentisine giriyoruz.

Karşılığı alamayınca, eksik alınca bir genelleme yaparak, kendi dışımızdaki bütün insanlığı asla iyiliğe layık olmayacak, hep kötülükle karşılık veren ilan ediveriyoruz. Hatta daha ileri bir genellemeyle iyiliğin kendisinin bizzat kötülüğü davet ettiği gibi bir sonuca ulaşıyoruz.

Kuran, 'Hel cezâ-ül ıhsâni ille-l ıhsân'; ‘İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey olabilir mi?’ (Rahman: 60) diye soruyor; Biz, ‘hayır olamaz, kötülüktür!’ diyoruz.

İyiliğe bir karşılık bekleyerek ve bunu Allah’tan değil kuldan bekleyerek ahlakî hataya düşünüyor olabilir miyiz?

İyiliğin cevabını, ‘ceza’sını iyiliği yaratandan beklemeliydik oysa.

Birine bir iyilik yaptığınızda karşılığın ondan gelecek olması gibi bir zorunluluk yok, cevap hiç ummadığınız bir yerden gelip sizi bulabilir.

Bir iyilik yapınca, refleks olarak; ‘Acaba beni kandırdı mı, karşılığını verecek mi, yoksa karşılığını kötülük olarak mı alacağım,’ soruları soruyor iyiliği yapıyor sonra da adeta saldırılara karşı savunma pozisyonuna geçiyoruz.

Binlerce iyilik görür, bunları saymayız ama bir kötülükte, bir karşılık alamamayla karşılaşmayıverelim, iyiliğin karşılığıyla ilgili ne kadar aforizma varsa bunlara hak vermeye başlarız.

‘Aman dikkat! Çok Önemli Uyarı!’ diye başlayan internet paylaşımlarını görmüşüzdür. Şöyle şeyler yazarlar: ‘Bir yaşlı karşıdan karşıya geçemiyormuş bir kadın ona yardım etmek için koluna girmiş, bu arada kendisine bir iğne batırıp bayıltmışlar, ne kadar parası varsa almışlar, kadın uyandığında bir böbreği yokmuş, aman bu tür durumlarda dikkatli olun…’

İyiliğe mesafeli, korkulu, mütereddit bir nesil olduk bu hurafelerle hem de bu bilgi çağında. Çoğu uydurma ama bilmeden bunları paylaşarak kendi ellerimizle iyiliği öldürüyor yok ediyoruz.

Duymuşsunuzdur şu hikâyeyi; bir zat atıyla giderken, su kuyusunun kenarında çaresizce bekleyen bir adam görünce durur ve ona derdini sorar. Adam, kuyunun derin olduğunu suya ulaşamadığını söyleyerek yardım ister. Yolcu atından atlar ve adama su çıkarmak için kuyuya iner. Bunu fırsat bilen adam ata atlar ve uzaklaşır. Durumu anlayan yolcu aceleyle kuyudan çıkar ve hırsıza arkasından bağırır: “At senin olsun, ama ne olur bu atı çaldığını söyleme, yoksa bir daha hiç kimse bir susuza su vermez”

Mesaj: iyiliğin iyilik düşüncesinin yok edilmemesi, öldürülmemesi.

Kötülük görmüşlerin hikâyeleri de, iyiliği azaltır.

Bu yüzden merhametle, iyilikle ilgili beylik laflara dikkat!

Nisan Kumru


Çalışma Hayatının ve Umumiyetle Muvaffak Olmanın Kanunları

Ali Fuat Başgil

Her işin ve mesleğin kendi bünyesine mahsus, çalışma ve işleme usul ve kaideleri vardır. Ve bunu meslek sahipleri bilir. Bir de fizik ve fikri her nevi iş ve çalışma hayatının ve umumiyetle muvaffak olmanın, düşünen aklın şaşmaz kanunları halinde, bir takım umumi ve rasyonel düsturları vardır ki, ben burada bunlardan benim bildiğim kadarını hülasa edeceğim: DEVAMI ˅

Çalışmak için müsait gün ve saat bekleme. Bil ki, her gün ve her saat çalışmanın en müsait zamanıdır.

Çalışmak için müsait yer ve köşe arama. Bil ki, her yer ve her köşe çalışmanın en müsait yeridir.

Bir günde ve bir zamanda yapmam lazım gelen bir işi (bir dersi, bir vazifeyi) ertesi güne bırakma. Zira her günün derdi gibi, işi de kendine yeter.

Bir zamanda yalnız tek bir iş yap, yalnız tek bir ders, bir kitap, hatta bir fasıl üzerinde çalış. Ta ki, dikkatin ve kuvvetin yayılıp zayıflamasın. Bir zamanda birden fazla iş yapayım diyen, hiçbirini tam ve temiz yapamaz. Dünyaca tanınmış olan büyük İslam mütefekkiri “İmam-ı Gazali” ye “İhya-i Ulum” adlı muazzam eserini nasıl bir çalışma ile vücuda getirdiğini sormuşlar: bir zamanda yalnız bir fasıl, bir bahis, bir mesele üzerinde çalıştım, demiş.

Başladığın bir işi (Bir dersi, bir kitabı, bir vazifeyi) yapıp bitirmeden başka bir işe (derse, kitaba ve vazifeye) başlama. Yarıda kalan iş, başlanmamış demektir.

Bir günün işini (dersini, vazifesini) bitirdikten sonra ertesi günü ne işi yapacağına kara ver. Yahut hiç olmazsa çalışmaya başlamadan evvel, hangi iş (ders, kitap) üzerinde çalışacağını düşünüp kararlaştır ve çalışmaya bu kararla otur.

Bir işe başlamadan, bir dersi öğrenmeye, bir kitabı okumaya oturmadan evvel düşün ve çalışman için lazım olan şeyleri yanında ve elinin altında bulundur. Ta ki, ikide bir kalem, kâğıt aramaya kalkıp da dikkatin dağılmasın.

Çalışmaya oturduğun zaman tıpkı ateş hattında düşmanı gözetleyen bir asker gibi uyanık ol ve dikkat kesil. Ve bütün ruhi ve bedeni kuvvetinle kendini işe ver.

Bir işi başlamazdan evvel o işi (dersi, vazifeyi, kitabı) en kısa bir zamanda, en kolay ve en temiz bir surette nasıl yapmak, nasıl öğretip etüt etmek mümkün olduğunu iyice düşünüp hesapla.

Çalıştığın bir iş (Bir ders, bir kitap, bir yazı) üzerinde herhangi bir güçlüğü yenmeden bir adım bile gerileme. Ve bil ki, yılgınlık maskeli bir tembelliktir. Gene bil ki, çalışma sevgisi güçlükleri yenmekten doğar ve kuvvetlenir. Güçlüğü yenmekten hâsıl olan manevi zevk, eşsiz bir zevktir. Emin ol ki, harpte zafer ve işte muvaffakiyet yılmayanındır. Sebat önünde güçlükler erir ve imkânsız görünen, mümkün olur.

İşinde rastladığın bir güçlüğü evvela parçala. Her parçayı birer birer ve sıra ile yenmeğe çalış. Bunun içinde, mesela, bir dersi, bir kitabı en basit elemanlarına, kısım, fasıl ve bahislerine ayır. Sıra ile her bahsi iyice ve noksansızca anlayıp öğrenmeden öbür bahse geçme. Fasıllar ve bahisler üzerinde bir kör gibi yürü. Yani attığın adımı iyice basmadan öbürünü atma.

Devamlı ittiratlı çalış. Ve her gün aynı saatlerde behemehâl mutlaka çalışmağa otur. Çalışmayı uzun fasıla ile kesip terk etme. Hasta ve yorgun değilsen tatil aylarında bile yavaş ve azda olsa çalış. Ta ki çalışma itiyadın körlenmesin ve tekrar çalışmaya koyulmak için zahmet çekmeyesin.

Bir iş üzerinde yorulursan dinlenmek için işini değiştir ve çalışma hızını yavaşlat. Fakat dinlenme bahanesi ile esle boş durma boş oturanın içi, işlemeyen demir gibi, pas tutar.

Çok düşün. Ve bil ki, çalışmak mutlaka hareket etmek veya okumak, yazmak demek değildir. Düşünen bir insan, maden kuyularında kazma sallayan işçiden daha çok çalışıyordur.

Verimli çalışmayı sakın iş üzerinde geçirdiğin zamanla ölçüp de, eh bugün şu kadar saat çalıştım, yetişir deme. Çalışmanın neticesine ve öğrendiğine bak.

Fikri çalışmalar için, aynı saatlerde devamlı ve tertipli bir surette, günde iki üç saat bile kâfidir. Büyük İslam feylesofu İbni Sina, dünyaca meşhur olan Kitubuşşifa’sını, her gün, sabah namazından sonra Bağdat’taki bir camiin büyük kandili altında oturarak, kuşluk vaktine kadar, yani takriben iki saat çalışmak suretiyle vücuda getirmiştir. Meşhur İngiliz feylesofu Spencer, muazzam eserlerini günde iki saat çalışarak yazmıştır. Her sene bin, bin iki yüz sahifelik eser veren Fransız edibi Emil Zola’ya bu muvaffakiyetinin sırrını sormuşlar: Her gün yalnız üç saat çalışır ve yazarım demiş.

Sebat et, genç dostum, sebat et! Damla damlaya göl olur. Ve aynı noktaya düşen damlacıklar, zamanla mermeri bile deler.

Bir işe başladığın, bir dersi öğrenmeye, bir kitabı okumaya koyulduğun zaman telaş edip sabırsızlanma. Sakin ve metin ol. Yol al, fakat acele etme. Sindirerek çalış ve öğren.

İşinde ve dersinde herhangi bir fikri ve noktayı küçümseyerek ihmal edip geçme. Küçük ihmalden bazen büyük zararlar doğduğunu unutma.

Gece yatağına uzandığın zaman, o gün ne yaptığını ve yarın ne yapacağını kendine sormadın uyuma.

Her gün iyi bir eserden yüksek sesle beş on sahife oku. Bu sayede konuşma söz söyleme istidadın gelişir.

Rastladığın edebi, felsefi bazı güzel parçaları ezberle bu sayede hem kelime ve ifade hazinen zenginler hem de hafızan kuvvetlenir.

Çalıştığın bir dersin, bir kitabın fasıl ve bahislerini bitirdikçe, kitabı kapayıp okuduğunu ezberden hülasa halinde not et. Bir dersi, bir kitabı en iyi anlayıp öğrenmenin yolu, onu bu suretle yazmaktır.

Bir dersten öğrendiğin, bir kitaptan okuduğun fasıl ve bahisleri arkadaşlarınla ezberden müzakere ve münakaşa et. Bu suretle hem zekân işler ve öğrendiğin hazmolur, hem hafızan kuvvetlenir; hem de düzgün konuşma ve fikirlerini vuzuh ile ifade etme melekesi elde edersin.

Dikkat et: Sözlerin ve yazıların kısa, açık ve manalı olsun.

Fikri çalışmanın herkesin mizacına göre değişen verimli ve aziz saatleri vardır. Bunlar bazı kimseler için sabahın erken saatleri, bazıları içinde öğleye doğru öğleden sonra, gece saatleridir. Kendini yokla ve senin aziz saatlerin hangileri ise, bunları hiçbir eğlenceye feda edip kaçırma.

Okuduğun bir kitapta rastladığın güzel bir parçayı veya orijinal bir fikri, yerini ve sahifesini işaret ederek not et. Bu suretle biriktirdiğin notları bir dosyaya ve bir fiş kutusuna sırası ile yerleştir. Bir yazı yazmak veya bir eser yapmak istediğin zaman, bu notlar senin için zengin bir malzeme hazinesi olur.

Bir mevzu ve mesele hakkında bir yazı veya bir eser yazmağa karar verdiğin zaman, evvela, bu mevzu ve mesele üzerinde evvelce yazılmış eserleri oku. Ta ki yazılmış ve söylenmiş şeyleri tekrar edip ömrünü israf etmeyesin.

Gök kubbe altında yepyeni hiçbir fikir yoktur. En yeni fikir, eski bir fikrin yeni bir elbise giymişidir.

Her şeyden evvel, ana dilini iyi konuşmayı ve iyi yazmayı öğren. İnsan için en faydalı olanı kendi ana dilidir.

Dil bilgisi bir gaye değil, bir vasıtadır. Asıl gaye olan, fikir zenginliğidir.

Kişinin kıymeti dilinin altında ve kaleminin ucunda gizlidir. Onu söz ve yazı açığa vurur.

Bir işi yapıp yapmamakta kararsızlığa düştüğün vakit, iki şıktan her birinin fayda ve zararlarını iyice hesapla. Faydası çok, zararı olan şıkkı tercih et.

Bir işe öfkeli ve sinirli iken kara verme. Bekle öfken geçsin. Zira öfke ile kalkan zararla oturur.

Çok konuşma. Yerinde ve özlü konuş. Kıymet ve tesir çok sözle değil, yerinde ve özlü sözdedir.

Dilini tut ve bil ki, dil yarası bıçak yarasından daha vahimdir.

Kimsenin yüzüne karşı söyleyemediğini arkasından söyleme ve bil ki arkadan konuşma korkaklığın en iğrenç şeklidir.

Kimsenin cahilliğini yüzüne vurma. Bil ki insanları en çok kızdıran ve gücendiren, cahilliklerinin yüzlerine vurulmasıdır.

Yalan söyleme. Yalan söyleyen, tutulmak korkusu içinde yaşayan hırsız gibidir.

Bir kimseye söz vermeden evvel iyi düşün. Fakat verdiğin sözden dönme. Sözden dönmek yalancılığın en çirkinidir.

Daima olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol. Olduğundan fazla görünmek isteyen, karşısındakilere kendisinin ahmaklığını göstermiş olur.

Kimseye karşı kin tutma ve kimsenin muvaffakiyet ve saadetini kıskanma, fakat imren, sende öyle bir muvaffakiyet ve saadete erişmeye çalış. İmrenmek terakkinin şartıdır. Kin ve kıskançlık ise, iç ferahlığının, sağlık ve saadetin iki azgın düşmanıdır.

Dost kazanmak için cömert ol. Bil ki hasisin dostu yoktur.

Gençliğinde iyi arkadaş kazan. Yaşlılıkta kazanılan arkadaşlık sağlam olmaz. Zira paslı teneke lehim tutmaz.

Gençlik güzelliğine şans denilen kör kuvvet bile âşıktır. Gençliğini boş yere harcama, onu kıymetlendirmeyi bil.

Herkesçe beğenilen asıl güzellik, ahlak güzelliğidir. Çünkü ahlakı güzel insan her yaşta güzeldir.

Ahlakını güzelleştirmeğe daima çalış. Ahlak güzelliği insan için en kıymetli bir servettir.

En yakın arkadaşlarınla bile şakaların zarif olsun. Kaba şakadan hayvan bile hoşlanmaz.

Dost ol, ta ki sana da dost olsunlar.

Dostluğunu kötü günde göster, ta ki kötü gün dostu bulasın.

Dostlarına vefalı, düşmanlarına müsamahalı ol ve yere yıktığın düşmanını tekleme, alicenaplık göster. Vefa ile alicenaplık yüksek ahlakın iki parlak şiarıdır.

Büyüklere hürmet et. Ta ki büyüdüğün zaman sen de küçüklerden hürmet göresin.

Kadınlara hürmet et. Düşün ki, kadınlık insanlığın anasıdır.

Ana baba ahı alma. Ana baba ahının zehrini içen kurtulamaz.

Yaşlıların tecrübesinden faydalan ve tecrübe edilmişi yeniden tecrübeye kalkışma, ta ki pişman olmayasın.

Sonunda pişman olacağın bir başında düşün. Pişmanlık, ahmaklıktır.

Küçüklere şefkat göster. Ta ki büyüdükleri zaman onlardan şefkat görmeye hakkın olsun.

Boşuna iddia ve inat etme. Hakikati ara ve sev. Hakikat sevgisi, insan için, sevgilerin en yükseğidir.

Kusurlarını kendin gör ta ki onları tamir ve ikmal edebilesin.

Muvaffakiyetlerinle mağrur olma. Bil ki gurur, gelecekteki muvaffakiyetlerinin en büyük düşmanıdır.

Hayatta cesur ol. Fakat bil ki cesaret gözü kapalı tehlikeye atılmak değildir.

Başkasının kanaat ve akidesine hürmet et. Ta ki başkası da seninkine hürmet etsin.

Kendine yapılmasını istemediğin bir muameleyi başkasına yapma. Ta ki başkası da sana karşı aynı şekilde hareket etmesin.

Kendine iyilik yapılmasını istersen, başkalarına iyilik yap.

İyiliğe karşı iyilik adalettir. İyiliğe karşı kötülük cinayettir. Kötülüğe karşı iyilik ihsan ve atıfettir ve insanlığın en yüksek derecesidir.

Düşenin elinden tut. Ta ki sen de düştüğün zaman el bulasın. Sözlerin tatlı, tavırların zarif olsun. İnsanın kabası, ısırgan köpek gibidir, herkes tarafından taşlanır.

Başkalarından gördüğün kötülük, seni iyilik yapmaktan alıkoymasın. İyilik ibadettir, kötülükle mahsuplaşmaz.

Kibirli olma. Kibirli insan sarımsak konan ağız gibidir. Herkesi kendisinden uzaklaştırır.

Alçak gönüllü ol. Mütevazı insan, meyve ağacına benzer. Meyve dalının yere eğilmesi meyvesinin çokluğundadır.

Herkesin imrendiği pırlanta gibi kıymet sahibi ol. Korkma, yerde kalmazsın.

Kendinden üsttekilere değil, kendinden alttakilere bak, rahat edersin.

İşinde ve sözünde doğruluktan ayrılma. Hak doğruların yardımcısıdır.

Çalış, daima çalış, fakat hırsı bırak. Zira hırs, verimli çalışmanın, sağlık ve saadetin düşmanıdır.

Çalış, fakat haris olma. Haris insan, ciğer bulaşmış eğeyi yalayan aç kedi gibidir: Dilinden akandan kanı yalar da bilmez.

Hayatın ve tutacağın yol hakkında tereddüde ve kararsızlığa düşüp de bir ışık aradığın zaman, fikrini ve reyini soracağın kimseyi iyi seç. Düşün ki, isabetsiz bir fikirden hareket ederek verdiğin karardan bütün ömür boyunca pişmanlık duymam mümkündür. Fakat isabetli bir fikirden ışıkta bütün ömrünce yolunu aydınlatır.

Genç arkadaşım. Yukarıda sıraladığım düsturları okuyup unutasın diye değil; kulağına küpe yapasın ve ileride beni anasın diye yazdım. Senden beklediğim, beni hayırla anmandır.

Ali Fuat Başgil'in Gençlerle Başbaşa adlı kitabından